Bölüm 1: Kara Kuleler
Soğuk bir rüzgâr, kara kulelerin karanlık tepelerini yalayıp geçerken, bu yolculuğun çılgınlık olduğunu hepsi biliyordu. Bu kulelere daha önce çok az kişi gitmişti ve gidenlerin çoğu asla geri dönmemişti. Yine de, ellerindeki solgun bir fotoğrafla bu kararı almışlardı. Fotoğraf, kulelerin hikayesini bilen birinin eline geçmiş ve kaderlerini birleştiren bir ipucu olmuştu. Yüzyıllar öncesine dayanan bir hikayeye inanan bu dört kişi, Bakanlık’tan gizli bir plan yaparak kara kulelere doğru yola koyulmuştu. Bakanlığın haberi olsa kesinlikle bu tehlikeli girişime karşı çıkar, onları durdururdu.
Karanlık oda, fotoğrafın rehberliğinde, onları kara kulelerin karşısındaki bir tepeye ışınlamıştı. Çıktıkları tepe, soğuk bir rüzgarla sarılmış, etrafı nemli bir sessizlikle kaplanmıştı. Fotoğrafın işaret ettiği yere ulaşmak için zorlu bir yürüyüş yapmaları gerekiyordu. Sarp kayalıklar boyunca ilerlerken, kara kulelerin altındaki çorak araziye vardılar. Burada, kulelerin korkunç ihtişamını yakından görebiliyorlardı.

Kulenin diplerindeki güvenlik önlemleri şaşırtıcı bir şekilde gevşekti. Kimse, birinin isteyerek kara kulelere gelmeyi düşünebileceğine ihtimal vermemişti. Bu, onların en büyük avantajıydı. Tek yapmaları gereken, iç katmanlara gitmek zorunda kalmadan üst katlardaki esir çocukların tutulduğu bölüme ulaşmaktı. Zorlu bir tırmanışa başladılar; elleri buz gibi taşlara tutunuyor, ayakları kayalıklarda dengelerini bulmaya çalışıyordu. Uzun bir çabanın ardından, üst katlardaki esir bölümüne ulaştıklarında, beklediklerinden çok daha farklı bir manzarayla karşılaştılar. Küçük bir grup çocuk beklerken, odanın her köşesinde oturmuş yüzlerce çocuk vardı. Duvar diplerinde çömelmiş, gözleri donuk ve yüzleri solgun çocuklar onlara dönüp şaşkınlıkla bakıyordu. Aradıkları bir çocuk vardı: Sağ gözü beyaz olan bir oğlan. Ancak bu kalabalıkta onu bulmanın imkansız olduğunu düşünüyorlardı.
Bir anlık sessizlik, çocukların hafif mırıltılarıyla bozuldu. Çocuklardan biri, fısıldar gibi bir sesle,
“Bizi buradan çıkarın,” dedi.
Diğerleri, bu umudu duymuş gibi hareketlenmeye başladı. İçlerinden biri,
“Onu bulmalıyız,” diye fısıldadı ve gözlerini kalabalıkta dolaştırdı.
Bir anda, gruptan biri heyecanla bağırdı:
“Onu buldum!”
Diğerleri hızla sese doğru koştular. Aralarından biri, sağ gözü bembeyaz olan küçük bir çocuğu havaya kaldırdı. Çocuk, yaklaşık on bir yaşındaydı, yuvarlak yüzü korku ve şaşkınlıkla doluydu. Ancak bu kadar çocuk arasında yalnızca birini almanın vicdan yükü onları şaşkına çevirdi. Çocuğun doğru kişi olup olmadığını tartışırken, diğer çocuklar etraflarına toplanıp
“Beni de alın!” diye bağırmaya başladılar.
Kalabalık, grubu çembere alırken sesler giderek yükseldi. Kargaşa büyüdükçe, dışarıdaki bir muhafız bu sesi duydu. Bir kapının ağır bir gürültüyle açıldığı duyuldu ve ardından bir muhafızın bağırışı yankılandı.
Muhafızın bağırışı, grubu harekete geçirdi. Küçük çocuğu sırtlarına alarak hızla pencereye doğru yöneldiler. Muhafız, onları gördüğünde hemen büyük bir çanı çalmaya koştu. Çanın yankısı, kulelerin derinliklerinde alarmı tetiklerken grup, telaşla aşağı inmek için harekete geçti.
Kayalıklardan aşağı inmek, rüzgârın çığlıkları arasında bir kabus gibiydi. Adımları hızla taşların üzerinde kayıyordu, ama durmaya vakit yoktu. Kulenin içinde bir hareketlilik başlamıştı ve kısa süre içinde atlılar peşlerine düşecekti.
Aşağı indiklerinde, gruptan biri cebinden bir kumaş parçası çıkardı. Kumaşı hızla açmaya çalıştı, ama birkaç açıştan sonra kumaş ayağına dolandı ve yere düştü. Bu sırada kumaş hızla genişleyip kocaman bir kilim haline geldi. Mardin kilimlerine benzeyen bu renkli desenli kilim, bir umut ışığı gibi önlerinde serildi. Hepsi hızla üzerine atladılar.
Kilim üzerine bindiklerinde, içlerinden biri gözlerini kapadı ve kilime hafifçe dokundu. Kilim, bir anda havalanıp uçmaya başladı. Rüzgar, onları yukarı çekerken, arka taraftan gelen atlıların bağırışları hızlanıyordu. Ama kilim yükseldikçe, peşlerindeki tehlike giderek küçüldü.
Soğuk rüzgar yüzlerine vururken, kara kuleler hızla ufukta kaybolmaya başladı. Kaçışları bir an için başarıyla sonuçlanmış görünüyordu, ama her biri biliyordu ki bu hikaye burada bitmeyecekti.

Bölüm 2: Kırmızı’ya Hoş Geldin?
Günler süren yorucu bir yolculuğun ardından, uçan kilimlerinin yavaşça yere indiği avlu, bambaşka bir dünyaya açılan kapı gibiydi. Burada her şey, Kırmızıların kararlı disiplinini yansıtıyordu. Geleneksel kırmızı taşlarla örülmüş geniş duvarların arasında, onların indikleri bu yapı aslında bir okula aitti.
Bir ay geçmişti. Çocuk, bu yeni dünyaya alışmaya çalışıyordu. Bir yandan özgürlüğün tadına varıyor, diğer yandan aile geçmişine dair öğrendiği her şey onu bir bilinmeze sürüklüyordu. Grilere karşı sürdürülen savaşın neden bu kadar acımasız olduğunu öğreniyor, Kırmızıların üstünlüklerini nasıl sihrin nesnelere aktarımıyla kazandıklarını görüyordu.

Kırmızıların dünyası, dışarıdan bakıldığında düzenli ve huzurlu görünebilirdi, ancak içerde işler çok daha karmaşıktı. Çocuk, buradaki kurallara ve disipline alışmaya çalışırken, geceleri uykusunu bölen patlamalar ve fısıltılar, bu huzurun yalnızca bir maske olduğunu anlamasına neden olmuştu. Her gece, uzaklardan duyulan yankılanan sesler, bir şeylerin hızla yaklaşmakta olduğuna işaret ediyordu.
Okulun taş duvarları arasında, öğrencilerden biri olan genç Mira, onun dikkatini çeken ilk kişiydi. Mira, hem cesareti hem de zekasıyla diğerlerinden sıyrılıyordu. Çocukla sık sık konuşuyor, ona Kırmızıların tarihi ve Grilere karşı savaşta kullanılan stratejileri anlatıyordu. Ancak bir gece Mira’nın gözleri, karanlıkta sessiz bir korkuyla parladı.
“Burada hiçbir şey göründüğü gibi değildir,” diye fısıldadı Mira, boş bir sınıfta.
“Grilerin bu kadar yaklaşmasına nasıl izin verdiler bilmiyorum, ama Kırmızıların büyük bir planı olduğuna eminim. Ve bu plan bizi de kapsıyor olabilir.”
Çocuk, Mira’nın söylediklerini anlamaya çalışırken, dışarıdan bir alarm sesi yükseldi. Ses, gittikçe artan bir panik havası yaratıyordu. Öğrenciler sınıflarından dışarı koşarken, öğretmenler soğukkanlı bir şekilde onları sıraya sokmaya çalıştı. Ancak alarmın nedeni henüz kimseye açıklanmamıştı.

Okulun duvarları, dışarıdaki patlamalarla sarsılmaya başlamıştı. Çocuk, Mira'nın onu nereye götürdüğünü anlayamıyordu ama içgüdüsel olarak güvenebileceğini hissediyordu. Koridorun sonundaki bir taş kapıya ulaştılar. Mira, duvarda gizli bir bölmeyi açarak içeriden eski bir harita çıkardı.
“Bu harita, Kırmızıların gizli geçitlerini gösteriyor,” dedi Mira nefes nefese. “Bize bunu öğrettiler ama kimse kullanmamız gerektiğini söylemedi. Eğer doğru yolu bulabilirsek, Grilerin ele geçiremediği bir bölgeye ulaşabiliriz.”
Tam o sırada, koridorun diğer ucundan, karanlık bir figür belirdi. Grilerden bir gardiyan, onları fark etmişti. Gardiyanın elindeki siyah metal asa, bir tehdit gibi parlıyordu. Mira haritayı çocuğa uzattı.
“Koş! Sakın durma!” diye bağırdı.
Çocuk, haritayı sımsıkı tutarak, geçidi bulmaya çalıştı. Taş bir kapıyı iterek dar bir tünelin içine daldığında, Mira'nın çığlıklarını geride bıraktı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama duramazdı. Tünelin sonundaki ışığa ulaşmalıydı. Harita, onu başka bir ışınlanma noktasına götürecek bir yolu gösteriyordu. Ancak bu noktanın nereye çıkacağı hakkında hiçbir fikri yoktu.

Bölüm 3: Sarıların Dünyasında Yabancı
Sarı bir ışık huzmesi etrafını sardığında, çocuk kendini bir anda bilmediği bir sokakta buldu. Üzerine bastığı taş döşeli zeminde yankılanan ayak sesleri, dar sokak arasında yankılanıyordu. Her iki yanındaki eski taş binalar, uzun zamandır unutulmuş gibi görünüyordu. Gökyüzü soluk bir sarı ışıkla kaplıydı, uzaktan gelen protesto sesleri duyuluyordu. Çocuk, avucundaki beyaz fotoğraf kağıdına baktı. Kırmızı öğrencilerin cebinde bulundurdukları basit bir fotoğraf kağıdına benziyordu.
“Kırmızıya dönmeliyim,” diye fısıldadı kendi kendine. Bu fotoğraf kağıdı onun için bir umut olabilirdi, ama işe yarayıp yaramayacağını bilemiyordu. Fotoğrafı sımsıkı tutarak etrafına baktı. Sarılar dünyasının sokakları, her ne kadar ona yabancı gelse de, tehlikenin buraya da yaklaştığını hissetmek zor değildi. Sokakta dikkat çekmeden ilerlerken, büyük ve görkemli bir devlet binası dikkatini çekti.
Devlet binasına usulca girdi. İçerisi, dışarının aksine sessiz ve ağır bir atmosferle kaplıydı. Duvarda asılı sarı flamalar, binanın büyüklüğünü daha da vurguluyordu. Çocuk, koridorlardan geçerken bir kapı dikkatini çekti. Üzerinde hiçbir yazı olmayan basit bir ahşap kapıydı bu. Korkusunu bastırarak içeriye adım attı.
İçerisi karanlıktı. Gözleri karanlığa alıştıkça, bunun bir depo odası olduğunu fark etti. Elindeki fotoğraf kağıdına baktı, ardından titreyen elleriyle fotoğrafı yere koydu. Tam ışınlanmayı başlatacakken bir şeylerin yanlış olduğunu hissetti. Fotoğraf, sanki derin bir nefes alır gibi parladı, sonra yavaşça karardı. Çocuk fotoğrafın yanık kenarlarını fark ettiğinde içindeki tüm umutlar bir anda kayboldu.
Başını karanlıkta yukarı kaldırdığında, odanın köşesindeki bir kızın ona dikkatle baktığını gördü. Parlayan sarı gözleri, karanlıkta keskin bir şekilde ona odaklanmıştı. Çocuk, irkilerek ayağa kalktı.
“Buradan git,” diye bağırdı. Ancak kız kıpırdamadı, sadece onu süzüyordu. Çocuk, bir kez daha aynı cümleyi tekrarladı, ama nafile. Kız, sanki bir sırrı öğrenmiş gibi dikkatle gülümsemeye başladı.
“Sen kimsin?” dedi kız, sesi kararlı ve beklenmedik bir şekilde sakin bir tondaydı. Çocuk cevap vermedi, sadece sessizce kapıya yöneldi. Ama kız peşinden yürüyerek ona sormaya devam etti.
“Karanlıkta ne yapıyordun? Bu fotoğraf ne için?” dedi. Çocuk, hala suskun bir şekilde ilerledi.
“Kırmızı olduğunu biliyorum,” diye devam etti kız, sesi biraz daha alaycı bir tona bürünerek. “Işınlanmaya çalıştın, değil mi? Şimdi nereye gideceksin? Burada ışınlanma yasaktır. Sarılar buna izin vermez.”
Çocuk sonunda durdu, yüzünü gizleyen şapkayı daha da aşağı çekti ve sinirli bir şekilde fısıldadı:
“Eğer sessiz olmazsan insanlar bizi duyacak.”
Kız kaşlarını kaldırdı, ama susmadı. “Eğer Kırmızı değilsen neden korkuyorsun? Eğer Kırmızıysan, burada ne işin var?”
Çocuk derin bir nefes aldı, sesi alçak ama sertti:
“Işınlanmam gerekiyor. Nerede bir yer değiştirme odası bulabilirim?”
Kız, bu soru karşısında irkilmiş gibi duraksadı. Sonra alaycı bir kahkaha attı. “Yer değiştirme mi? Bu ülkede mi? Sarılar için böyle şeyler çoktan yasaklandı.”
Karanlık binadan dışarı çıkıp sokakta yürümeye başladılar. Çocuk, kızın sessiz kalacağını umuyordu, ama yanıldığını fark etmesi uzun sürmedi.
“Biliyor musun,” dedi kız, sesi daha ciddi bir tondaydı artık. “Bir zamanlar Kırmızılar ve Sarılar yan yana savaşırdı. Herkes kendi yöntemini kullanır, ama bir denge vardı. Bizim yöntemlerimiz savaşı kazanmak yerine zararları en aza indirmek üzerineydi. Kırmızılar, Grilere karşı en güçlülerdi. Onların savaştaki başarıları, bize umut verirdi. Ama sonra…”
Kız duraksadı, gözleri uzaktaki kalabalığa odaklanmış gibiydi. “Sonra Kırmızılar değişti. Grilerin yöntemlerini kullanmaya başladılar. Karanlık, acımasız ve insanlığı hiçe sayan yöntemler. Bunun sonucunda biz Sarılar onlardan uzaklaştık. Şimdi, onların zaferleri bizim acılarımızdan besleniyor.”
Çocuk bu sözlere cevap vermedi, ama yüzündeki kasılma, kızın haklı bir noktaya değindiğini hissettirdi. Şapkasını biraz daha sıkı tuttu, kalabalığın içinde dikkat çekmeden ilerlemeye çalıştı. Kızın sesi, bir süre sonra tekrar duyuldu:
“Nereye gideceğini gerçekten biliyor musun? Yoksa sadece kaçıyor musun?”
Kalabalığın sesi daha da yükselmişti. Sarılar, ellerindeki flamaları havada sallıyor, sloganlar atıyordu. Çocuk, bu gergin ortamda kendisini iyice tedirgin hissetti. Şapkasını tamamen başına geçirip yüzünü gölgeledi. Yanındaki kız, dikkatlice kalabalığı izlerken ona fısıldadı:
“Şapkanı saklamaya devam et. Burada bir Kırmızı olduğunu öğrenirlerse başın ciddi belaya girer.”
Tam o sırada, yaşlı bir kadın dikkatini çekti. Kadın, yanındaki adama tutunarak ağır adımlarla çocuğa doğru ilerledi. Kadın durup uzun süre çocuğa baktı. Çocuk, kadının kör gibi görünen gözlerinin bir şeyler ararcasına yüzünde gezindiğini fark etti. Kadının dikkatini çeken bir şey olmuştu. Kadın başını eğdi ve çocuğun şapkasını fark etti. Yavaşça başını kaldırdı, etrafına bakınmaya başladı. Gözleri bir an, kalabalığın içindeki gardiyanlara kaydı.
Bu hareket, çocuğun içine korku saldı. “Gardiyanları çağıracak,” diye düşündü. Nefesi hızlanmaya, kalbi çarpıntıyla dolmaya başlamıştı. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Gerginlikle bir adım geri çekildi. Ancak kadın, tam tersine, gözlerinde beliren bir sıcaklıkla tekrar çocuğa döndü.
Sessizce, titreyen elleriyle çocuğun şapkasını kapattı. Ardından cebinden bir şey çıkararak çocuğun eline bıraktı. Kadın bir şey söylemedi. Ama gözlerinden akan yaşlar, bunun sıradan bir karşılaşma olmadığını anlatıyordu.
Çocuk, kadının ardından bakarken, avucundaki nesneye göz attı. Elinde eski bir fotoğraf vardı. Kırmızıların dünyasına ait bir yerin fotoğrafıydı bu. Kadın, onun kim olduğunu anlamış, ama onu ele vermek yerine bir şans sunmuştu. Kadın, adamın koluna tutunarak yavaşça kalabalığa karışırken, çocuk, elindeki fotoğrafa bakıyordu. Bu fotoğraf, geri dönüş için bir umut olabilirdi.

Kafasını ellerinin arasına aldı ve derin bir nefes verdi.
“Hapisten kaçarken geçtiğimiz o yer,” diye mırıldandı. Moldova’da, eski bir kitapçının üst katında bulunan döner bir kapıdan geçtiklerini hatırladı. O kapının ardındaki geçit, belki de onun kurtuluşu olabilirdi. Ancak öğretmeni, orası hakkında sık sık uyarılarda bulunmuştu.
“Burası çok tehlikeli bir geçit,” demişti öğretmeni.
“Hayati tehlike yaratacak kazalar yaşandı. Bu yüzden birçok ırk artık burayı kullanmayı bıraktı.”
Çocuk, buna rağmen orayı denemekten başka seçeneği olmadığını biliyordu. Eğer Sarılar bu geçidi kilitli bırakmadıysa, kurtuluşunun anahtarı orasıydı. Ama Moldova’ya nasıl ulaşacağını bilmiyordu.
Kız, onun Moldova’ya gitme planını duyunca bir süre düşündü ve sonra başını salladı.
“Oraya bir tren var,” dedi basit bir şekilde.
Çocuk kaşlarını çattı.
“Tren mi?” dedi, sanki bu kelimeyi hiç duymamış gibiydi.
Kız şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.
“Evet, tren. Yani… rayların üzerinde giden bir araç. Büyük, demirden yapılmış bir şey. İnsanları taşır.”
Çocuk, hâlâ ne olduğunu tam anlayamamış gibi bakıyordu.
“Peki, nasıl kullanılıyor bu… tren?” dedi.
Kız, derin bir iç çekerek gözlerini devirdi.
“Bir bilete ihtiyacın var, şapşal. Gidip bir istasyondan alıyorsun. O kadar da zor değil,” dedi.
Çocuk, kızın açıklamalarını sindirmeye çalışırken birden kafasını kaldırıp kesin bir sesle,
“Hayır. Kullanamayız,” dedi.
“Sen gelmiyorsun. Yeterince beraberdik.”
Kız, önce sessiz kaldı. Ama yüzü hızla sert bir ifadeye büründü.
“Zaten burada bir ailem yok. Yetiştirme yurdunda büyüdüm,” dedi sessiz ama keskin bir sesle.
“Devlet dairesinde çalışıp, kilotlu çorap kokan kadınların arasında nefes almaktan bıktım. Zaten bu ülkeden gitmek istiyorum!”
Çocuğun bu sözlere bir cevabı yoktu. Ama kız sözlerine devam etti.
“Hem beni yanında götürmen senin işine de yarar. Sarı’yı bilmiyorsun. Dünyanın nasıl işlediğini bile çok az biliyorsun.”
Bu noktada çocuk, kızın haklı olduğunu fark etti.
“Sarı’yı bırak,” dedi kendi kendine,
“şu tren önümden geçse fark etmem. Tren mi? Daha önce halıya binmiştim; burada ona kilim diyorlar. Ama tren mi?”
Sonunda derin bir nefes alarak kızın gözlerine baktı.
“Tamam,” dedi.
“Ama sadece Moldova’ya gidene kadar. Sonra yollarımız ayrılıyor.”
Kızın gözleri mutlulukla parladı.
“Peki, peki!” dedi ve ellerini çırparak sevinçle çocuğa baktı.
“Göreceksin, bu birlikte yapabileceğimiz en iyi şey olacak.”
Çocuk ise hâlâ derin bir ciddiyetle elindeki fotoğrafa bakıyordu. Moldova’ya giden treni bulmak ve bu yolculukta hayatta kalmak, planın ilk adımıydı. Ama bu, sadece başlangıçtı. Çocuk, Moldova’ya giden trenin bir sonraki durağını öğrenmek için kızın peşinden istasyona doğru yola koyuldu. Dar ve taş döşeli sokaklarda, kızın gösterdiği yönde ilerlerken etraflarındaki kalabalık giderek artıyordu. Protestoların sesi hâlâ uzaktan duyuluyordu, ama burada insanlar daha çok işlerine odaklanmış gibiydi. Kız, hızlı adımlarla önden giderken bir yandan çocuğun arkasına dönüp söyleniyordu.
“Bir bileti nereden alacağımızı biliyorum. Ama parayla satın alacağız. Paran var mı?” dedi.
Çocuk duraksadı, bu soruya verecek bir cevabı yoktu. Kız, derin bir iç çekti ve
“Tabii ki yok,” diyerek hızlandı.
“Bunu ben hallederim. Neyse ki Sarılar’da herkes tanıdık gibi davranmayı sever. Satıcıya biraz konuşurum, biletleri alırız.”
İstasyona ulaştıklarında, çocuğun ilk dikkatini çeken şey rayların uzunluğu oldu. Hiç sonu gelmiyormuş gibi, ufka doğru uzanıyordu. Peronda bekleyen birkaç kişi, küçük gruplar halinde toplanmıştı. Aralarında dolaşan görevliler, biletlerini kontrol ediyordu. Çocuk, istasyonun gürültüsü ve rayların metalik kokusuyla garip bir huzursuzluk hissetti.
Kız, hızlıca peronun yanındaki küçük bir kulübeye doğru ilerledi. İçeride, gri saçlı bir adam oturuyordu. Adamın yüzü yorgun ama dikkatli görünüyordu. Kız, hafif bir gülümsemeyle yaklaştı ve konuşmaya başladı. Çocuk, kulübenin birkaç metre ötesinden kızın el hareketlerini izliyordu. Çok fazla söze ihtiyaç duymadan biletleri almayı başarmıştı.
Kız, elinde iki biletle geri döndü.
“Bunu nasıl yaptın?” diye sordu çocuk, şaşkınlıkla.
Kız, omuzlarını silkerek,
“Sadece birkaç tatlı söz söyledim. Sarılar’da böyle şeyler işe yarar. İnsanlar konuşmayı sever. Ayrıca senin gibi sessiz birini merak ederler,” dedi.
Çocuk, bu sözleri anlamasa da trenin yaklaşan sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Metal tekerleklerin raylarla buluştuğu ses yankılandığında, rayların üzerindeki büyük siyah tren yavaşça perona yanaştı. Çocuk, büyülenmiş gibi bu devasa metal araca bakıyordu.
Tren, hareket etmeye başladığında çocuk, metalin titreşimleriyle vagonun hafifçe sallandığını hissetti. Korku ve rahatsızlık hissi bir anda içini kapladı. Kilimde uçmanın belki de en güvenli ulaşım yöntemi olduğuna karar vermesi uzun sürmedi. Trenle ilk yolculuğu, beklediğinden çok daha ürkütücüydü. Rayların üzerinde metalik bir inilti yankılanıyor, vagonlardaki herkes kendi dünyasına çekilmiş gibiydi. Çocuk, yanındaki kıza göz ucuyla baktı. Kız, etrafı inceliyor, sanki treni onunla ilk kez deneyimliyormuş gibi heyecanla gülümsüyordu.
Trenin arka tarafında oturan bir grup yolcunun alçak sesle konuştuğunu fark etti. Seslerini duyabilmek için istemsizce biraz eğildi. Konuşulanlar, çocuğun dikkatini bir anda topladı.
“Griler bir Kırmızı okulunu yerle bir etmişler,” dedi adamlardan biri, sesi endişeyle doluydu.
“Nasıl bu kadar derine sızabilmişler? Kırmızılar asla böyle bir saldırıya izin vermezdi,” diye karşılık verdi bir diğeri.
Bir süre sessizlik oldu, sonra üçüncü bir ses ekledi:
“Okulu hedef almak garip değil mi? Cephanelik ya da fotoğraf fabrikası gibi daha stratejik yerler varken neden bir okul?”
Sonunda biri, derin bir iç çekerek fısıldadı:
“Okuldan kimse hayatta kalmamış.” Bu söz, grubun üzerinde ağır bir sessizlik bıraktı.
Çocuk, bu sözleri duyduğunda önce tepki veremedi. Bütün dünya bir anda sessizleşmiş gibiydi.
“Hayır,” diye fısıldadı kendi kendine, yüzü ifadesiz bir halde. Gözleri, farkında olmadan yaşlarla dolmaya başlamıştı.
“Olmaz. Bu doğru olamaz. Herkes ölmüş olamaz. Arkadaşlarım... öğretmenlerim… Mira. Mira ölmüş olamaz.”
O an, zihninde Mira’nın yüzü canlandı.Onun gülüşü, cesareti, bir anda bu dünyadan silinmiş olabilir miydi? Çocuğun elleri, sımsıkı avucundaki fotoğrafı tuttu. Her ne kadar oraya dönmeyi planlasa da, dönecek bir yer kalmadığını fark etmek, içindeki kararlılığı sarsıyordu.
Kız, bir süre sonra vagonun dar koridorunda belirdi. Tuvaletten geri dönüyordu. Çocuğun ağladığını fark edip kaşlarını çattı.
“Ne oldu? Ağlıyorsun,” dedi merakla.
Çocuk, hızla gözlerini sildi ve sert bir şekilde cevap verdi:
“Hiçbir şey. Yediğim bir şey dokunmuş olmalı.”
Kız, alaycı bir şekilde gülümsedi.
“Yediğin şeyler gözünü yaşartmaz, şapşal,” dedi.
Çocuk, pencereye dönüp dışarıyı izleyerek sessizliğe büründü. O an, trenin içindeki tüm sesler, dışarıdaki manzara kadar bulanıktı. İçindeki ağırlık, bir sır olarak saklanmaya mahkumdu.
Tren, Moldova istasyonuna yavaşça yanaşırken, sabahın ilk ışıkları puslu hava ile birleşmişti. İstasyondan yayılan ağır demir ve toprak kokusu, rüzgarla birlikte perona karışıyordu. Çocuk, trenden inerken çevresine göz attı. Her şey garip bir şekilde tanıdık geliyordu, ama bir yandan da tamamen yabancıydı. Sis, binaların üzerini örtmüş, etrafta sadece bir avuç insan vardı. Hava sessizdi, ama sessizlik rahatsız edici bir huzur taşıyordu.
Kız, omuzlarını silkeleyerek,
“Peki, şimdi nereye?” diye sordu, gözlerini etrafta gezdirirken.
Çocuk, bir an duraksadı. Moldova sokaklarında yürümeye başladıklarında, adımlarını ağırlaştıran bir yük hissediyordu.
“Bir kitapçı bulmamız lazım,” dedi çocuk, sesi biraz tereddütlüydü.
“Kitapçının yanında döner bir kapı var. Şehirden biraz uzakta, sonlarındaki bir dağın eteğinde olmalı.”
Kız, kaşlarını kaldırarak ona baktı.
“Dağın eteğinde bir kitapçı mı? Emin misin?”
Çocuk, hatırlamaya çalışırken bir süre sessiz kaldı. Aklındaki görüntüler birbirine karışıyordu. Moldova’daki bu yer, bir zamanlar Griler ülkesindeyken kaçışlarının başlangıç noktasıydı. Ama o gece, hızla koşturulmuş ve etrafını tam anlamıyla görememişti. Sisli karanlık, tüm hatıralarını bulanıklaştırıyordu.
“Geceydi,” diye mırıldandı kendi kendine.
“Her şey hızlıydı. Griler bizi yakalamadan buradan kaçmalıydık. Neresi olduğunu doğru hatırlıyor muyum bilmiyorum.”
Kız, yüzünde alaycı bir ifadeyle,
“Harika. Yani bir yer arıyoruz ama tam olarak nerede olduğunu bilmiyorsun,” dedi.
Çocuk, gözlerini yere indirerek sessizce yürümeye devam etti. Griler ülkesindeki o gece, aklından silinmiyordu. Bir kaosun içindeydi, ama şimdi o kaosun detaylarını toparlamak zorundaydı. Şehirden uzaklaştıkça, sokaklar daha sessizleşti. Sis daha yoğun hale gelmişti. Taş binaların arasında yürüdükçe, bazıları yarı yıkılmış evlere, terk edilmiş dükkanlara rastlıyorlardı. Burası, bir zamanlar Griler’in hükmettiği ama şimdi tamamen unutulmuş bir şehir gibi görünüyordu.
Çocuk, tanıdık bir yer bulmaya çalışırken etrafındaki manzaraları inceliyordu. Birkaç an için taş binaların arasında, o gece karşılaştığı askerlerin silüetlerini hayal etti. O zamanlar her şey çok hızlıydı; kaçışın telaşı, korku ve gece karanlığı, tüm ayrıntıları unutturmuştu.
“Burası o zaman terk edilmiş değildi,” dedi kendi kendine.
“Her yerde askerler vardı. Şimdi her şey sessiz.”
Kız, çocuğun bir köşe başında durup etrafına bakındığını fark etti.
“O dağ nerede peki? Oraya ne kadar yakınız?” diye sordu.
“Burası mı?” diye mırıldandı kendi kendine, çevresindeki taş binalara bakarak.
Kız omuzlarını silkerek,
“Sen söyleyeceksin,” dedi.
“Burayı sen arıyorsun.”
Çocuk duraksadı.
“Griler’in ülkesinde kullandığımız geçidi hatırlıyorum,” dedi yavaşça.
“O geçidin Moldova’daki bir kitapçıda, dağın eteğinde olduğunu biliyorum. Eğer orada bir geçit varsa, burada da bir kopyası olmalı. Bu, Sarıların Moldova’sı olsa da geçidin burada da olması gerekiyor.”
Kız, bu açıklama karşısında duraksadı.
“Yani diyorsun ki… bu şehirde Griler’in kullandığı o geçidin bir benzeri var? Hadi, o zaman yola koyulalım,” dedi.

Dağa doğru yürüdüklerinde, çocuk daha fazla detay hatırlamaya çalışıyordu. O kitapçı, karanlık bir geçit gibi zihnine kazınmıştı.
“Kitapçı küçük bir yerdi,” dedi kendi kendine.
“Kapısının üzerinde eski bir tabela vardı. İçerisi dar, raflar ise o kadar doluydu ki neredeyse yürümek imkânsızdı.”
Kız, onun söylediklerini dinlerken sessizce ilerliyordu.
“Peki ya döner kapı? Kapı hala yerinde mi sence?” diye sordu.
Çocuk, omuzlarını silkti.
“Umarım. Oradan geçmenin başka bir yolu olduğunu sanmıyorum.”
Dağın eteğine ulaştıklarında, çocuk, kitabın yanındaki döner kapıyı hatırladığını fark etti. Ancak o geceki kaos ve karanlık her şeyi bulanık bırakıyordu.
“Burası mı?” diye mırıldandı kendi kendine, önlerinde beliren küçük bir yapıya bakarak.
Kız, kitapçıya doğru yürümeye başladı. Çocuk, adımlarını ağırlaştırarak onu takip etti. İçeride onları bekleyen şey, geçmişin gölgesiydi.
Bölüm 5: Kitapçı ve Döner Kapının Sırrı
Dağın eteğindeki kitapçı, terk edilmiş bir yapının sessizliğini taşıyordu. Sis, kapının ahşap çerçevesine kadar uzanmış, içeriyi neredeyse görünmez kılmıştı. Çocuk, kapıya yaklaşıp paslanmış tokmağı tutmadan önce kısa bir süre tereddüt etti. Yanındaki kız, sabırsız bir ifadeyle onu izliyordu.
“Daha ne kadar bekleyeceğiz? Belki de burada bir şey yoktur,” dedi kız.
Çocuk, omuzlarını silkerek sessizce kapıyı açtı. Kapı, uzun bir gıcırtıyla yavaşça aralandı. İçeriye adım attıklarında, tozlu bir hava yüzlerine çarptı. Raflar, tıka basa eski kitaplarla doluydu. Rafların arasında yürümek için neredeyse eğilmeleri gerekiyordu. Çocuk, dikkatle çevresine bakarak zihnindeki görüntülerle burayı karşılaştırmaya çalıştı.
“Döner kapı nerede olmalı?” diye mırıldandı kendi kendine. Geçidin yerini hatırlamaya çalışıyordu. Kitapçının her detayı, Griler ülkesindeki karşılığını çağrıştırıyordu, ama burada bir şeyler daha düzenli ve sessizdi.
Kız, rafları karıştırırken bir kitap aldı ve yüzüne çarptı.
“Burası bir kitapçıdan çok bir depo gibi. Hangi kitapçı böyle bir yer seçer ki?” dedi.
Çocuk, cevap vermeden yürümeye devam etti. Arka tarafa doğru ilerlerken, hafif bir açıklık gördü. Bir kapıydı. Kalın bir perdeyle kapatılmış gibiydi, ancak hafifçe sallanıyordu. Çocuk bir an duraksadı.
“Burası olmalı,” dedi ve kapıya yaklaştı. Perdeyi aralayıp içeri girdiğinde, beklediği gibi döner kapı oradaydı. Metal kapı, köşede sanki zamana yenilmiş gibi duruyordu. Paslanmış kısımları, uzun zamandır kimsenin burayı kullanmadığını gösteriyordu.
Kız, çocuğun arkasından içeri girdiğinde kapıyı gördü.
“Bu mu geçidin?” diye sordu. Gözleri, döner kapının eski ve tehlikeli görünüşünü inceliyordu.
“Pek de güvenli görünmüyor.”
Çocuk, döner kapıya yaklaşıp ellerini metal yüzeye koydu. Hafifçe ittiğinde kapının inatla dönmediğini fark etti. Kapıyı daha güçlü bir şekilde itmeye çalıştı, ancak yerinden kıpırdamadı.
“Çalışmıyor,” dedi kız.
Çocuk, derin bir nefes aldı.
“Çalıştırmamız lazım. Bu geçit, beni Kırmızılar’ın ülkesine geri götürecek. Başka bir yolu yok.”
Kız, etrafına bakınarak,
“Peki ya buradan geçmek mümkün değilse? Bu geçit burada yıllardır kullanılmamış gibi görünüyor. Sarılar bunu kilitlemiş olabilir,” dedi.
Çocuk, avucundaki fotoğrafa bir kez daha baktı.
“Fotoğraf olmadan çalışmaz. Ama çalıştırabilirsem beni oraya götürecek.”
Çocuk, döner kapının etrafını dikkatle incelerken hafif bir açıklık ve çatlak gördü. Çatlağın içinden sızan hafif ışık, kapının hala aktif olduğunu işaret ediyordu. Kapıyı daha yakından incelemek için ellerini üzerine koydu, paslı metal soğuktu. Hafifçe itmeye çalıştı ama kapı yerinden kıpırdamıyordu.
“Çalışmıyor,” dedi kendi kendine. Ama bu geçidin hala kullanılabilir olduğundan emindi. Zihninde, Griler ülkesindeki Moldova’da bu kapıdan geçiş yaptığı o geceyi canlandırmaya çalıştı. Ne kadar hızlı koşturulduklarını ve geçidi açan mekanizmanın nasıl çalıştığını hatırlamaya uğraşıyordu.
Kız, onun çabasını izlerken arkasından seslendi:
“Hâlâ orada bir şey mi bulmaya çalışıyorsun? Bu kadar eski bir geçit nasıl çalışır ki?”
Çocuk cevap vermedi. Döner kapının etrafını dikkatle incelerken bir detay gözünden kaçmadı. Kapının bir tarafında sıkışmış bir kol vardı, sanki bir zamanlar kullanılmış ve orada bırakılmış gibi. Üzerindeki pas ve toz katmanı, bu mekanizmanın uzun zamandır dokunulmadığını gösteriyordu. Kol, döner kapıyı harekete geçirmek için tasarlanmış gibi görünüyordu. Çocuk, avucundaki fotoğrafa bakıp derin bir nefes aldı. Bu kapının açılmasıyla geçidin harekete geçeceğinden ve ardından kapanacağından emindi. Bu geçit tek seferlik bir yolculuk sunuyordu.
Kolun sıkıştığı yerden kurtarılması gerekiyordu. Çocuk, bir süre kolu çekmeye çalıştı ama hareket ettiremedi. Daha fazla güç uygulayıp tekrar denediğinde, kol aniden bir gıcırtıyla serbest kaldı ve kapıdan bir mekanizma sesi duyuldu. Döner kapının hafifçe yerinden kıpırdadığını fark etti. Başını kaldırıp kızın nerede olduğuna baktı. Kız, odanın diğer tarafında eski bir kitap yığınının yanında, tozlu bir kitabın kapağını dikkatle inceliyordu. Çocuk, onun dikkatinin dağılmış olduğunu görünce bir an durakladı. Kendi içinde bir mücadele yaşıyordu. Kızın burada kalması gerektiğine karar verdi. Bu geçit, sadece kendisi için bir yoldu. Birlikte gitmeleri, her ikisi için de çok tehlikeli olabilirdi.
Derin bir nefes aldı ve kolu sonuna kadar çekti. Döner kapı, ağır bir şekilde dönmeye başladı ve arkasındaki karanlık geçit ortaya çıktı. Geçidin açılmasıyla birlikte kapının bulunduğu oda hafifçe sarsıldı. Aynı anda, geçidi harekete geçiren mekanizma, arka kapıyı da sıkıca kilitledi. Bu ses, kızın dikkatini çekti.
Kız, hızla başını çevirip döner kapının hareket ettiğini gördü. Gözleri hemen çocuğa odaklandı. Çocuk, döner kapının yanında durmuş, bir an için hareketsiz kaldı. Gözleri kızın gözleriyle buluştu. Kızın yüzünde şaşkınlık, hayal kırıklığı ve öfke karışımı bir ifade vardı. Olanları anlamış gibiydi, ama hiçbir şey söylemedi. Çocuk da sessizliğini bozmadı. İkisi de hareketsiz bir şekilde birbirine baktılar.
Çocuk, birkaç saniye daha kızın yüzüne baktı, ardından bakışlarını yere çevirdi. Elindeki fotoğrafı sıkıca tutarak kararlı bir adımla geçidin içine girdi. Geçit, onu yavaşça karanlığın içine çekerken, döner kapı ağır bir şekilde tekrar yerine oturdu. Arkasında kapının tamamen kilitlendiğini ve bir daha açılmayacağını hissetti.
Geçidin içi, tamamen karanlık ve sessizdi. Çocuk, gözlerini karanlığa alıştırmaya çalışırken bir süre durdu. Zihninde, kızın son bakışı hâlâ yankılanıyordu. Ama bu yolda yalnız olması gerektiğini biliyordu. Derin bir nefes alıp geçidin karanlık derinliklerine doğru ilerlemeye başladı.
Döner kapı tamamen yerine oturduğunda, çocuğun etrafını bir sessizlik sardı. Geçidin içi, karanlık ve ağır bir atmosferle doluydu. Havanın soğukluğu, paslı metalin nemli yüzeyine dokunduğunda tenine işliyordu. Ayak sesleri, dar geçitte yankılanıyordu. Her adımında, içinde hem korku hem de garip bir huzursuzluk büyüyordu.
Etrafı tamamen karanlıktı, ama adım attıkça duvarlarda ince, soluk bir ışık beliriyordu. Işığın kaynağı, geçidin yüzeyine oyulmuş gibi görünen sembollerden geliyordu. Bu semboller, Kırmızıların öğretilerinde sıkça karşılaştığı eski işaretlerdi. Ancak burada bir anlam ifade etmesi, sadece geçidin onu nereye götüreceğiyle ilgili bir ipucuydu.
Yolun ilerledikçe, aklında bıraktığı kızın görüntüsü canlanıyordu. Son anda ona dönüp baktığında yüzündeki ifade; şaşkınlık, öfke ve hayal kırıklığının karışımıydı. Çocuk, kendi kararını sorgulamaya başladı.
“Onu geride bırakmak doğru muydu? Belki de birlikte daha güçlü olabilirdik,” diye düşündü.
Ama içindeki bir ses, bu yolculuğun yalnız tamamlanması gerektiğini hatırlatıyordu.
“Bu geçit tehlikelerle dolu. Onu yanına alsaydın, bir sorumluluk daha üstlenmiş olacaktın,” dedi kendi kendine.
Tünelin sonuna yaklaştığında, karşısında hafif bir ışık belirdi. Adımlarını hızlandırdı ve nihayet çıkışa ulaştı. Çıkış, onu taş bir merdivenle yukarıya götürüyordu. Merdiveni tırmandıkça, hava daha serin ve tozlu bir hale geldi. Yukarı çıktığında kendini, hafifçe yıkılmış bir oda içinde buldu.
Burası, eski bir yer değiştirme odasıydı. Tavanın bir kısmı çökmüş, duvarlar ise çatlaklarla doluydu. Toz ve döküntü her yerdeydi. Ortada, yer değiştirme için kullanılan eski bir platform duruyordu. Platformun kenarında, bazı parçalar kopmuş ve paslanmıştı. Ama yine de, burada bir şeylerin hala çalışabileceğine dair izler vardı.
Çocuk, fotoğrafını sıkıca tutarak odanın ortasına doğru ilerledi. Bu oda, Kırmızılar ülkesine dönme yolunda onun için tek umut olabilirdi. Platformun üzerinde durdu ve etrafına baktı. Her şey tanıdıktı ama bir yandan da yabancıydı.

Çocuk, yıkık dökük yer değiştirme odasının ortasında durup eski yük asansörüne baktı. Metal parçaları paslanmış, köşelerdeki kablolar yerinden kopmuş gibiydi. Ama platform hâlâ sağlam duruyordu. Yavaşça içine adım attı. Avucundaki fotoğrafı dikkatle kutusundan çıkardı. Tam fotoğrafı incelemeye başladığında, platform hafif bir titreşimle sarsıldı. Asansör, eski bir makine gibi homurdanarak çalışmaya başladı.
Bu, eski bir yer değiştirme mekanizmasıydı. Fotoğrafı çıkardığı anda mekanizma harekete geçmiş, onu başka bir yere taşımak için çalışmaya başlamıştı. Ama platformun üzerinde bir şey dikkatini çekti: Bir köşede, içinde boş gazoz şişeleri olan bir koli duruyordu. Şişelerin üzerindeki etiketler bile zamana yenik düşmüş, neredeyse silinmişti. Tam onları kaldırmak için eğildiğinde, arkasından gelen hızlı bir hareket sesi duydu.
Hızla arkasına döndü ve gözlerine inanamadı. Ayakları olan eski, tahta bir oturak hızla ona doğru koşuyordu. Küçük oturak, asansörün kapısına doğru ilerledi ve bir anda zıplayarak kapıyı kapattı. Çocuk, şaşkınlıkla olduğu yerde donakaldı.
Derslerinde, sihrin nesnelere aktarılabildiğini duymuştu. Ancak bu kadar uzun süre terk edilmiş bir yerde böylesine güçlü bir sihirle karşılaşmak beklenmedikti. Bu oturak, uzun zamandır buradaydı. Birileri, onu burada kalması için güçlendirmiş olmalıydı. Ama neden?
Oturak, küçük bir duraksamadan sonra, ayaklarından birini kaldırdı ve karşı taraftaki bir açıklığı işaret etti. Çocuk, kafasını çevirdiğinde, odanın diğer tarafında bir tünelin girişini gördü. Hâlâ şaşkınlık içindeydi, ama oturağın bu kadar ısrarcı olması onu düşündürdü.
“Neden başka bir geçide yönlendirmeye çalışıyor? Sonuçta her iki geçit de aynı işi yapmıyor mu?” diye düşündü.
Fazla vakit kaybetmek istemedi. Oturağın işaret ettiği açıklığa doğru ilerledi. Tünel, dar bir koridor gibi aşağıya doğru uzanıyordu. Soğuk ve nemli bir hava yüzüne vuruyordu.
Tünele girdiğinde, geriye dönüp kapıyı kapattı. Bir an durup derin bir nefes aldı. Ardından fotoğrafı çıkardı. Elindeki fotoğraf, ona veren yaşlı kadının gençliğinden bir anıydı. Bir dere kenarında, arkadaşlarıyla oturan bir grup çocuğu gösteriyordu. Gülüşlerindeki samimiyet, zamanın dokunmadığı bir anıyı koruyordu.
Çocuk, yer değiştirme işlemini başlatmak için hazırlandı. Fotoğrafı platformun ortasına yerleştirdi ve dikkatle üzerindeki detaylara baktı. Tam o anda, fotoğraf birden titremeye başladı. Parlak bir ışık yayılırken, fotoğraf hızla kararmaya ve yanmaya başladı. Çocuk, şaşkınlıkla geri çekildi. Fotoğraf, sadece birkaç saniye içinde kül oldu ve tamamen kayboldu.
“Ne oldu?” diye mırıldandı. Gözleri, platforma bakarken bir anlam arıyordu. Tam o sırada, bir hareket hissetti ve başını kaldırdı. Kapı açıktı. Kapının diğer tarafında, kız duruyordu.
Kız, pencereden tırmanmış ve bir şekilde odaya girmeyi başarmıştı. Çocuk, onun yüzünde hem öfke hem de bir tür meydan okuma gördü. Ama çocuğun aklı, daha farklı bir şeyle doluydu: Yer değiştirme işlemi, ışıkta ya da biri izlerken gerçekleşmezdi. Bu, büyünün temel bir kuralıydı ve o bunu çok iyi biliyordu. Kız ise bu kuralları bilmiyor gibi görünüyordu.
“Ne yapıyorsun burada?” diye bağırdı çocuk, öfkeyle.
“Zaten buradan geçemezsin! Gelemezsin!”
Kız, kaşlarını çatarak,
“Ne demek gelemem? Neden bunu söylüyorsun?” dedi.
Çocuk, gözlerini devirdi ve parmağıyla oturağı işaret etti.
“Görmüyor musun? Bu oturak, seni durdurmak için diğer geçidi kapattı. Buraya gelmen gerektiğini düşünmüyor. Sana izin vermiyor. Çünkü sen... sen buradan geçemeyecek kadar zayıfsın!”
Bu sözler, kızın gözlerinde yaşlarla birlikte bir öfke ateşi yaktı.
“Zayıf mı?” dedi, sesi titrerken.
“Beni burada bırakmak için bahane mi arıyorsun? Sen beni de yanında götürebilirdin!”
Çocuk, ellerindeki kül haline gelmiş fotoğrafa baktı.
“Fotoğraf artık işe yaramıyor,” dedi sessizce.
“Ve bu geçit... seni taşımayı istemiyor.”
Kız, birkaç saniye sessiz kaldı. Sonunda, gözyaşları yanaklarından süzülürken kapıya yöneldi.
“Seninle gelmeme izin vermiyorsun çünkü korkaksın,” dedi alçak bir sesle. Ardından, tünelin dışına doğru uzaklaştı.
Çocuk, kızın uzaklaştığını gördü, ama peşinden gitmedi. Elindeki yanık fotoğrafa tekrar baktı. Kül olmuş kenarları, yaşlı kadının ona verdiği umudu paramparça etmişti.
“Belki de bir hata yaptım,” diye geçirdi içinden, yanık fotoğrafın is kokan kenarlarına bakarken. Parmakları, yıpranmış kâğıdın üzerinden geçerken hafifçe titriyordu. Ama hata olup olmadığını anlamak için artık çok geçti; zaman onun için hep ileriye akıyordu, geri dönmenin bir yolu yoktu.
Etrafındaki sessizlik, ağır bir yük gibi üzerine çökmüştü. Yıkık dökük odanın taş duvarlarında yankılanan sessizliği, yalnızca kendi nefesinin düzenli ritmi bozuyordu. Platformun soğuk metaline otururken, gözleri bir kez daha tünele kaydı.
“Buradan nasıl çıkacağım?” diye mırıldandı. Fakat bu sorunun cevabı, yalnızca bir sonraki adımında saklıydı. Geri dönmek bir seçenek değildi.
“Bir karar vereceğim ve o karara tutunacağım,” dedi kendine, fotoğrafın küle dönmüş kenarlarını avucunda sıkıca tutarak.